deniz ile ateş

İlk vapur, Bostancı iskelesi, güneş ve serin hava ile yola koyuluyoruz. Hedef adalar ama hangi ada keyfimiz uyanınca bileceğiz.

İlk adada inmeye karar veriyoruz, biraz dolaşıp, başka adaya geçmek niyetimiz, kalabalık olmadan.

Kediler ve köpekler sakinleri olmuş Burgaz adası ve Kınalı ada’nın; Heybeliada halkı ise, ayakta ve hayvanlara adayı bırakmaya niyeti yok. Biz de Heybeliada kalabalığına karışalım diyoruz.

Bir sabah kahvesi sonrası, adanın sokaklarında ve evlerinin arasında kaybolmak, günümüzü karelemek için yürümeye başlıyoruz. Sokaklar tertemiz, sakin, evler bakımlı, büyük ve hayranlık uyandırıcı…

Adanın etrafını dönen yolda ormanın içine doğru ilerliyoruz, ilk defa gittiğimiz bir yer olduğundan ufak bir heyecan sarıyor içimizi. Çok geçmeden bu heyecan yerini meraka bırakıyor, bu yol biter mi? Mimozaların güneş gibi açtığı orman, masal kitabından çıkmış bir sayfayı betimliyor sanki. Çam ağaçlarının altı çimen, papatya, çan çiçekleri ve otlarla dolu… Aklıma çoktandır kullanmadığım bir kelimeyi getiriyor; kır. Önümüze otlamaktan sıkılmış atlar çıkıyor, kentliliğin verdiği sersemlik ve acizlikle biraz ürperiyoruz, sanki bizi yiyecekler ya… İneklerini otlatan bir yerli, çömelmiş sigarasını içerken, bize doğru bakan buzağının güzelliğinden gözlerimizi alamıyoruz. Oksijenden başımız dönüyor, kulaklarımızda kuş cıvıltıları… Ormanın içine giriyor, düzlüklere çıkıyor, deniz kenarına iniyor, dolanıp duruyoruz.

Yürüyüşümüzün sonlarına doğru yolun kenarındaki bir banka kendimizi atıp sandviçlerimize saldırıyoruz, prossciutto ve çavdar ekmeği. Aslında proscuitto’nun en yakın peynir arkadaşı taze keçi peyniri veya bir dilim buz gibi kavun olsaydı fena olmazdı ama… Konu yemek olunca, benim sınırım yok zaten!

Ve beklenen an geliyor, ormanın benim üzerimdeki etkisi huzurdan öteye gidiyor ve merkeze yaklaştıkça karnım acıkıyor gene… Yürüyüşümüz bitip de merkeze indiğimizde çarşı içinde yürüyoruz, vapura 40 dakika kalmış. Bir hareketlenme göze çarpıyor çarşıda, sabah var olmayan. Çok temiz, düzenli, taptaze meyve ve sebzelerin bulunduğu bir manav dikkatimi çekiyor. Diğer dükkânlardaki uyku yok onda, bir çalışma bir dirilik hâkim.

Manavın önündeki ufak arabada ise, çiğköfte yükseliyor dağ gibi. Manavın kapısının üzerine kafamı kaldırıp baktığımda yapıştırma harflerle URFA kelimesini görüyorum. İçeriden manav çıkıyor, ortalarda fotoğraf makinesiyle dolaşan, yabancı birilerini görünce. İzin istiyorum fotoğraf çekmek için. Buyur diyor. Boylu poslu palabıyıklı güzel bir Anadolu insanı kendisi. Güzel çek, diyip çiğköfte ikram ediyor bana, ikramını kabul edip sohbete başlıyorum. Urfa’dan göçeli 35 sene olmuş, bir ömür. Özlemiş memleketini, gidemiyorum diyor, kan davası sürüyor bizim oralarda… Ölülerimi göremedim 35 senedir. Toprak ağaları yiyor fıstıklarımızı…

Urfa’dan oldukça uzak, denizin üzerinde bir yerleşimde onu bulunca, süregelen kan davasının ateşini denizin söndürmesini dilediğini hissediyorum. Uzak, ama denizin serin suları bile memleket ateşini söndürememiş. Onunki, bitmeyen ve maalesef kanayan bir özlem… Urfa’dan kalkıp İstanbul’a taşın, sonra da manav aç Heybeliada da… Düş mü, kaçış mı, zorunluluk mu?

Ben oradayken bir sürü esnaf, belediye memuru geliyor, herkes çiğköftesini alıyor, bazısı kıvırcığın içinde, bazısı, dürümde, bazısı ise tadımlık bir sıkım istiyor. Herkes isteğine kavuşunca, oksijenin çarptığı beynim ya da midem, bana saldırıyor ve kendi baskım altında kalan ben, dayanamayıp bir ince dürüm istiyorum. Seyretmeye başlıyorum; dürümü yayıyor, bol yeşillik, üzerine bir sürü çiğköfte koyuyor ortasına, kıydığı maydanoz, acı biber ve yeşil soğanları serpiştiriyor, sarıyor, bana uzatıyor; “Memlekettensin, aslında almamak lazım ama ne geçiyorsa gönlünden atıver, siftah”. Sevmem oldum olası, gönlünden ne koparsa deyimini, sorup karşılığını ödüyorum, yanında yemeğe başlıyorum. Offf ne lezzet!

Haliyle hiç bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız birinin yoğurduğu çiğköfteyi yemek belki birçoğunun yapmayacağı bir şey ama benim hislerim beni bu yaşıma kadar tek parça olarak getirdi, onlara ihanet etmenin hiç zamanı değil. Hem Toptoriks ne demiş; “Yemek buldun ye, dayak buldun kaç”.

Deniz karşısında bir banka oturup geciken vapurun görünmesini bekliyoruz. Vapur yaklaşırken, mimoza satıcılarının yanından geçerek, bizim gibi birkaç İstanbullu ile beraber anakaraya geri dönmek için vapura biniyoruz.

Bu Pazar, kanepede film seyrederken eşimle karşılıklı sızmamızla bitecek, temiz hava…

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *