benim kahve yolum

Hatırlıyorum…

Ben 6, bilemedin 7 yaşındayken -1979 yılı yazında başlamış olmalı- tatillerimizi annemle uzun uzun geçirdiğimiz TMT otelin havuz başında, annemin misafirlerine ikram ettiği bir içecek vardı. Garsondan fincan sıcak su ister, kendine yurtdışından taşımış olduğu Nescafe’den bolca koyar ve sıcağın altında diğer insanlar soğuk Cola’lar, sodalar, milkshake’ler içerken, o keyifle kahvesinin tadına varırdı.

Benim kahveye tanışmam böyle oldu.

Sonra daha yakın tarihte, gene annem, sabah erkenden kalkar, kahve suyunu koyar – bizim evde hiç çay içilmedi- jimnastiğini yapar, duşuna girer, işe gitmeden önce giyinirken kahvesini içerdi. Ben salak, saçları iki taraftan lastikle toplu, Kolej üniformasında- o zamanlar önlük değil, tek parça, gayet alafranga koyu lacivert bir üniforma giyerdik- ilkokul çocuğu iken, kalktığımda evde kahve kokusu olurdu.

Bizde hafta içi kahvaltı alışkanlığı yok, çalışan anne olduğu için, masada otur ye, kalk, kapıda sarmaş dolaş ol filan yoktu, herkes kendi yoluna, o işe, ben okula… Ben de o da öylesini severdik.

Sonra büyüdük ya, ortaokulda filanım, kahvelerine eşlik etmeye başladım annemin, jimnastiğine değil de kahvelerine… Çocuklar böyledir işte, işine gelen huyları alırlar ailesinden…

Ben de annemden rafine yaşama huyunu aldım.

Yıllar geçti, ben Kolej’i haylazlığıma rağmen bitirdim, üniversiteyi bile kazandım, hatta orayı da bitirdim. Az buçuk geziyorum filan, kahve de kahve… Bu arada filtre kahveye terfi etmişim, espresso ve arada da Türk kahvesi.
1995, Nişantaşı’na taşındım Ankara’dan, yalnız yaşayacağım ve ilk bekâr evim… Ihlamur yokuşundan yukarı işe yürürken, girişi altta kalan ufacık bir dükkân yeni açılmış, içerden kahve kokuları yayılıyor!Aman aman! Tanıştım, müşteri oldum, sonra arkadaş olduk. John, John’s Coffee World’ün (JCW) kurucusu ve Özgür de orada çalışıyor… Bodum marka cafetier’ler getiriyor, yedek parçaları, karıştırma kaşıkları, ufak tefek bir şeyler daha ve en önemlisi Green Mountain kahveler. Kahveler çuvalların içinde kendi paketlerinde duruyorlar, dükkân ufacık, uzun, arkaya doğru kahveler, camın önüne doğru olan tarafta, içeriye doğru iki adet dev öğütücü var. Kahveler yöresel ve aromalı olarak ayrılıyor, açıkçası kafeinsiz kahve var mıydı o seneler hatırlamıyorum. Kahve bahane sohbet şahane, sevgili Özgür’le en keyifli müzikleri dinleyip, en güzel kahveleri harmanlamışızdır herhalde orada.

Kahve tutkusu kendisi gibi kalıcıbir dost kazandırdı bana.
Bir ölçekse kişi başı, biz iki buçuk ölçekten, sert ama bir o kadar da saf ve çekirdekleri mi yiyorsun, çekirdekleri sıkıp çıkardığın suyunu mu içiyorsun belli olmayan bir aroma, yoğunluk, saf kahve içerdik.
Kara, seksi, meydan okuyan, sıcak!

Kahveler gramla satılırdı, istediğin kahveden istediğin şekilde öğüttürürdün, espresso, french press, kâğıt filtre veya altın filtre… Taze ve hakiki kahve içmeyi öğretti kahve tutkunlarına o ufacık dükkân, yeni kapılar açtı, Türkiye’de bir ilk oldu.
Bu zaman, mesleğim olan yiyecek ve içecekten de ayrılmadığım hatta mesleğimi kendime hobi edinip, bir de üstüne araştırma yapıp, kendi kitaplığımı kurmaya başladığım zamanlara denk geliyor bu anılar…
Sonra eve espresso makinesi, filtre kahve makinesi, değişik boylarda Bodum French Press makineleri, değirmen, fincanlar, kupalar, kaşıklar gırla ekipman oldu, doldu taştı, kırıldı değişti, yenilendi…
Espresso makinemi bakıma gönderdiğimde düşündüm kahvenim benim içimdeki yolculuğunu…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *